Tanıdığımda adı Nicole'dü
Tanıdığımda adı Nicole'dü.
Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp
Türkiye'ye geldiğinde de adını değiştirmemişti.
25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu...
Kışlalı
soyadını alışının ikinci yılındaydı...
Altınay´a hamileliğinin de son aylarında...
Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:
Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum...
Ben Tanrıya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki?
Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı.
Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla
paylaşabilmeliyim.
Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip
konuşmuş. İsmini bile seçmiş.
Ama sabredememiş “sürpriz”inin sonuna kadar...
O gece “kelime-i şahadet”i
sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından
çıkarken, elinde artık “Nilgün Kışlalı” olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.
Ankara Müftülüğü'nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için
merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar
için taşıdığı anlamı biliyordu.
Annemle babam ağlarken, o da gözyaşları
içindeydi.
Her zaman çalıştı.
Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti.
Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı.
Protokol danışmanlığı üstlendi...
Hem evde çalıştı, hem dışarda.
Yaptığı
iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu...
Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu...
Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu
binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi...
Komşular hayretler
içindeydi. Ama o bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların seçtiği ülkenin
temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.
Bütün insanları severdi. Ama o, artık “biz Türkler”den biriydi; “onlar”dan değil.
Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı.
Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.
Sorunu olduğunda,
içi sıkıldığında Hacıbayram'a gider dua ederdi.
Türkçe olarak, içinden geldiği gibi...
Ama benzer bir gereksinmeyi
yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir
kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi...
Ve duasını gene kendine göre yapardı.
Çoğunlukla da Türkçe olarak.
Onun için din, inanç ve iyilik demekti.
Oruç
tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı...
Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı.
Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler.
Dudaklarında zorlama bir gülümseme.
“Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini
yıkacaklar!”
Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.
“Kültür
Bakanı'nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler...
Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O.
Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırıp yurtdışına kaçırtan da O...
Evinde
yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı.
Sekiz sütun
“haberler”... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler...
“İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kışlalı”, daha niceleri...
Nilgün, bana
saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü
anlayamıyordu...
Türk ve Müslüman doğmuş olmak,
bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi?
Sevgi doluydu.
Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi...
Kuşları, köpekleri, kedileri severdi...
Çocukları, yaşlıları severdi...
Tanrı'yı severdi, Atatürk'ü severdi...
“İnsan”ı severdi.
Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi;
onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı;
paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.
Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları
ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle,
işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı.
O bir “insandı"...
28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu
olduğum,
kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan.
Piaf’ı ve Pavarotti'yi de beğenirdi, Sezen'i ve Gürses'i de.
Dev tenorun
olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken,
çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı.
Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan
süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:
“Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek...”
Nedense bana hiç söylememişti.
Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk
kez dostum Şahin Mengü'ye açmış. O “olamayacağını” ne kadar anlatmaya
çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu “ricasını" iletmiş...
Sevgili
Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı...
Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine
koymayı başardılar...
Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi
Ankara'da yatıyor.
Ve de benim kalbimde...
"mesele dinde inançta değildi.
Mesele içindeki insan olabilme gururudur. “
Ahmet Taner Kışlalı
Not: Nilgün KIŞLALI 1995 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybeti.
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü evin önünde aracına yerleştirilmiş bir bomba düzeceği ile öldürüldü.
İnsan değiliz, insanlıktan çıktık maaleaef
YanıtlaSilİnsanlık tarhisizi örnek olacaktır.Sizleri büyük bir saygı ile hürmetle yadediyorum
YanıtlaSil