Küçük bir kızın hikayesi
Küçük bir kızın hikayesi
Babası Ahmet Naci Bey, II. Abdülhamit Dönemi Ayan Meclisi Azası Mehmet Galip Bey’in oğludur, varlıklı bir aileye mensuptur. Ahmet Naci Bey’i eğitim için İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderir ailesi. Eğitimini tamamlayıp ülkesine dönmeye hazırlanırken Londra’da katıldığı bir davette Olga Cynthia ile tanışır, birbirlerine kısa sürede aşık olurlar. Olga Cynthia’nın ailesinin gezginci bir tiyatro kumpanyası vardır. Olga’nın babası genç yaşta ölünce, annesi beraber olduğu erkekle Avustralya’ya kaçar, kızını annesine bırakır. Anneannesi de Olga’yı 16 yaşında evlendirir, ama kocası I. Dünya Savaşı’nda askere alınır ve bir daha geri dönmez.
Olga, Ahmet Naci Bey’in evlenme teklifini kabul eder, ancak yalnız değildir, bir de oğlu Jack vardır. İstanbul’a dul, çocuklu bir İngiliz gelinle dönen Ahmet Naci Bey’i ailesi hoş karşılamaz. Olga her şeye göğüs gerer, hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile girer. Müslüman olur ve Nadide ismini alır. Nüfus cüzdanında doğum yerine Londra değil, Bandırma yazılır. Görünüşte köklü ve varlıklı bir aileden gelseler de maddi sıkıntı içinde yaşarlar. Nadide Hanım, İngilizce öğretmeni olarak evlerde ders vererek aile gelirine katkıda bulunur.
Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Ancak yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim, ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de.”
Dede Mehmet Galip Bey ölünce, babaanne Nuriye Hanım İstanbul’daki konağı satar, ancak Ahmet Naci Bey ve Nadide Hanım’a bu satıştan pay vermez. Altı çocuklu aile için zor yıllar başlar.
“İngiliz gavur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzevatçı Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Sürekli bir macera yaşanırdı evimizde. En büyük abim Jack (o başka babadan), evin bu haline dayanamadı, 14 yaşında Türkiye’yi terk etti.”
“Her şeyin kıymetini çok iyi bildik, çünkü her şeyimiz çok azdı, çok hesaplıydı. Yine de elinden geldiğince, hiçbir şeyden mahrum etmedi annem bizi. Ders verdi, tercüman olarak çalıştı. Hiç durmadı. Ama annemin yanı sıra, bir çocuk olarak en fazla mesuliyeti de ben yükleniyordum. (…) Gün oldu komşu evlere bile gittim temizlik yapmak için. İki elin çıkardığı sesi duymaya o zamandan alıştırdılar beni: ‘Öyle temiz yıkıyorsun ki bulaşıkları, bravo! Senden daha iyi tertipleyen yok bu evi, bravo!’ O iki elin çıkardığı sesi duymak benim zaafım oldu. Bana bakılsın, ben sevileyim, ben beğenileyim. Bu bir zaaftır, ama ben bu zaafı bugün de bir güce dönüştürmeye çalışmaktayım. Her gelen yeni iş bir imtihan oluyor. Ben hem seviyorum hem korkuyorum o imtihandan. Ama o ses yok mu, o ses? Beni peşinden sürükleyen çok cazip bir zaaf o. Çocukken de peşinden giderdim, şimdi de gidiyorum.”
Annesi İngiliz’dir, ama konservatuvara girmesine öyle kolay izin vermez. Hatta, dayakla bile ikna edilmeye çalışılır. Babası, konservatuara gizlice kaydını yaptırır. Ekim 1944’te mezun olduktan sonra, sekiz yıl mecburi hizmet yapmak kaydıyla, Devlet Konservatuvarı’na parasız yatılı olarak kabul edilir.
“Cebeci gibi tutucu bir semtte o kadar çok laf üretiliyordu ki konservatuvarla ilgili. Aslen İngiliz olan annem, ‘Kızlarla erkekler aynı yatakhanede yatıyorlar, seni asla göndermem’, ağabeyim Nedim, ‘Gidemezsin, orospu mu olacaksın?’ diyerek karşı çıktı konservatuvara girmeme.”
1948’de mezun olunca Rockefeller bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Playhouse ve Actors Studio’da eğitim görür.
“Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilem
esi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti.
Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi:
Neylesem bu benim iç kavgalarımla/
Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/
Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi/
Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…
Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım için çok pişmanlık duydum.”
Bu küçük kız çocuğu hepinizin çok iyi bildiği Yıldız Kenter di.
Kardeşi de Müşfik Kenter
Yorumlar
Yorum Gönder