Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları

 21 Ocak 1922 tarihinde Çorum’dan Alaca’ya doğru yola çıktık. Yol uzundu. Bir ırmağın kıyısında mola verdik. Burada, civar köylerin köylüleri hemen etrafımızı sardılar. Büyük bir nezaketle ve güler yüzle bize hizmet ettiler. Süt ikram ettiler. Ve yeniden Rusya üzerine bitmez tükenmez sorular ve Türk köy hayatını anlatmalar.

Alaca’dan başlayarak yolumuz çok zahmetliydi ve hep yokuş idi. Akşama doğru Yozgat şehrine geldik. Bütün elçilik memurlarımızı lise binasına yerleştirdiler. Öğle yemeği, konuşmalar… Özellikle okul müdürü Ali Fuat Bey’le tarih öğretmeni çok ateşli birer konuşma yaptılar. Onlar, Türkiye ile Rusya arasındaki dostluğun büyük öneminden söz ettiler. Vali Hilmi Bey bizi, Türk halkı adına selamladı. Sabahleyin okul öğrencileri, kız ve oğlan çocukları toplandılar. Şiirler ve Mustafa Kemal üzerine yazılmış şarkılar okudular.
Ailemle bana ayrı bir yer gösterdiler. Evin hanımı temiz bir Rusça ile konuşmaya başlayınca çok şaşırdık. Hanımın çocukları da -biri kız, öteki oğlan çocuğu- Rusça konuşuyorlardı. Meğer hanımın kocası doktormuş, esir olarak Ukrayna’da bulunmuş… Orada, evlerinde oturduğu Ukraynalı bir kızla tanışmış, evlenmişler, kız da onunla Türkiye’ye gelmiş… Kadın Türkçe öğrenmiş, çok da iyi geçiniyorlarmış… Bize çok candan ikramlarda bulundular. Soru yağmurları bütün gece sürdü. Karı koca, Rus devrimi ve Lenin üzerine birinci elden bilgi edinmek istiyorlardı. Biz de kendi payımıza, Türk milli hareketine, Kemalist orduya, doğrudan doğruya Mustafa Kemal’e aynı ilgiyi gösteriyorduk.
Sonraları, bizim konuksever ev sahiplerimiz Ankara’ya geldiler ve bana bir aile fotoğrafı hediye ettiler. Fotoğrafın üzerine şunu yazmışlardı: ‘Rus halkının sayın temsilcisine… Onu candan sevmiş olan bir Türk ailesinden hatıra’.
Konuşmamız sırasında, evin sahibi hanıma, “Yurdunuzu, Ukrayna’yı özlüyor musunuz?” diye sordum.
“Özlüyorum,” dedi, “anamı, babamı görmek isterdim. Gerçi onlardan mektup alıyorum ama, seyrek… Gitmek zor. Çocuklarla böylesine uzak bir yere, hele böyle bir zamanda nasıl gidilir? Burada bir savaş var, ortalık karışık… Kocam askeri doktor, ona izin vermezler… Kocam olmadan da ben gitmem. Artık Türkiye benim vatanım oldu. Halkı çok iyi, bana da çok iyi davranıyor.”
Ankara’ya kadar bize eşlik etmek üzere Yozgat’ta yanımıza bir subay verdiler. Onunla aramızda çok dikkate değer bir konuşma geçti. Bu konuşma, Yozgat’tan Yahşihan’a kadar sürdü. Yahşihan, bir tren istasyonudur. Oradan Ankara’ya kadar trenle gidecektik. Dinlenmek için Başıbüyük, Ali Elma, Hacılar köylerinde mola verdik.
Şubay bize hayatta çektiklerinden söz etti. Yunanlıların 1919 yılında İzmir’i işgal edişlerini görmüş, bu çok korkunç bir sahneymiş. Yunan işgal ordusuna, şehri ve dolaylarını zaptetmek için İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan gemileri yardım etmiş.
Türk subayı, “Türk kışlalarını topa tuttular” diye anlattı. “Oysa ateş etmeye hiç lüzum yoktu. Çünkü biz Türklerin zaten silahları alınmıştı. Bu ‘medeni’ yırtıcı hayvanların bize reva gördükleri vahşice zorbalıkları anlatmak zordur. Bizi dövdüler, bize hakaret ettiler. Birçok Türk öldürüldü. Bunların içinde 30-40 kadar subay vardı. Yaralılar ise 500’ü geçiyordu. Bizi esir olarak götürürlerken Yunan gemisi Paris sahile yanaşarak kafileye ateş etti. Ben kaçma fırsatını buldum. Bu canavarlıkları, pek tabii olarak bütün Anadolu Türkleri öğrendi.”
Subay sözlerine devam etti, “Şimdi bize kur yapan İngiltere ile Fransa, gemilerle silah ve cephane getirerek, mavnalarla bütün Karadeniz kıyısındaki Rumlara dağıttılar. Bu silah dağıtımı işini Yunanlıların ‘Pont’ teşkilatı idare etti. Hiç şüphe yok ki suçları olmayan sivil Rumları, esirleri, göçmenleri vahşice vurmak hiç de iyi bir şey değil. Eskiden onlar bizimle dostça yaşıyor, kendi işleri güçleriyle uğraşıyorlardı. Şimdi onları dağlarda öldürüyorlar, Onlar da bizim yolcuları öldürüyorlar.”
Subay çok açık konuşuyordu, “Şimdi Türklerin silahı var. Köylüler de silahlanıyor; hayatımızı, haklarımızı koruyacağız, sonuna kadar dövüşeceğiz, bizi esaret altına almalarına izin vermeyeceğiz! Artık yeter!”
İngilizlerin, İstanbul’u işgal ettikleri zaman nasıl davrandıklarını, yine bu yolculuğum sırasında öğrendim. Samsun’da mutasarrıf ve Türk subayları bunu büyük bir öfke içinde anlatmışlardı. İstanbul’daki Mebuslar Meclisi dağıtılmış, mebusları tutuklayarak Malta Adası’na sürmüşlerdi. Bütün ileri düşünceli aydınlar bir bir tutuklanıyor, hapse atılıyor ya da sürgüne gönderiliyorlardı.
Yanımdaki subay, “Sizinle birlikte yolculuk eden sayın Ağaoğlu da Malta’ya gönderilenlerden biridir” dedi. “Kışla ve cephanelikleri koruyan Türk erleri öldürülüyorlardı. Minarelere makineli tüfekler ve İngiliz nöbetçileri konuyordu. Bu, bizim yurtseverlik ve dinsel duygularımıza büyük bir hakaretti. Biz Türkler bunu hiçbir zaman unutmayacağız! Ancak vatan hainleri İngiliz emperyalistlerini destekleyebilirler.”
Çok ağır ilerliyorduk. Samsun’dan hükümet merkezi Ankara’ya kadar olan 400 kilometrelik yolu, yaklaşık olarak iki haftada aldık. Ama bu durumdan yine de biz faydalandık. Duraklamalı geçen bu uzun yolculuk ülkenin yaşantısını, gelenek ve göreneklerini, köylünün, kentlinin, idare amirlerinin ruh halini, halkın kurtuluş savaşına olan davranışını, İtilaf Devletlerinin istilacı emellerini, toprak sorununu öğrenmemize olanak sağladı.
Semyon İvanoviç Aralov - Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları (1922-1923)




Hikayelerden haberdar olmak için e-mail adresinizi girin.

Delivered by FeedBurner

http://facebook.com/adnycl.blog          

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atatürk'ün az bilinen nadir fotografları

İzmir'in Semt Adları Nereden Geliyor

Bir Bornova Hikayesi

Haftanın Günlerinin Kelime Anlamları

Muhtar Çakmağı Hikayesi